2 Ağustos 2025 Cumartesi

Yaşlandığını nasıl anlarsın? Vol.12

 Üç haftalık ayrılıktan sonra, sidikli gökyüzünden iniş yaptığın an, serin havayı ciğerlerine çekip “oh be dünya varmış, nasıl da özlemişiz, gözünü sevdiğimin Brüksel havası” diyorsan, evet yaşlanmışsındır! 

Eski komşumuz, altmışlarında Belçikalı bir çift, bütün yazı Brüksel’de geçirirdi, - yaz boyu terastaki çiçeklerimize bakmalarından ne kadar hoşnut olsam da - merak ederdim, niye tatile gitmiyorlardı? 

“Havası” derdi, Dominique, “Brüksel’in yaz havası iyi geliyor, Ekim gibi güneye gidiyoruz, bu yaşta yaz aylarında güneyin sıcağı bize iyi gelmiyor.”

Tam da şimdi, sağanak yağmurla uyandığımız cumartesi sabahına gülümseyerek bakarken içimden “bana da iyi gelmiyor” diyorum.

Daha geçen yaz “iliğim kemiğim ısınsın” diyerek saatlerce güneş altında yatıp, yatarken de biramı, çiğdemimi eksik etmezken, bu yaz sabah ve akşam suyunda yüzmek bahanesinden gayrı sahile in(e)memişsem…

Mesleğime ihanet edercesine senelerce klimaya mesafeli konumumu korumuşken, bu yaz koştur koştur AVM’lerde klima altı aramışsam… Ablamın menopoz yelpazesine hallenmişsem…

Sıcaktan, bırak yemek yemeyi, bir duble buzlu rakıyı bile içemez hale gelmişsem…

Evet, sıcaklar beni bu denli etkiliyorsa… Yaşlanıyorum demektir.

Kabul etmek lazım. Kafa kağıdımızda yazan tarihten mi kaçacağız? Yüzümüzdeki çizgilerden mi? 

Kaçmak demişken, ben doktora gitmekten kaçarım, yani artık sürünüyorsam veya çok ciddi bir rahatsızlıktan tırsıyorsam giderim. Bu yaz tatili, ablamın (benden sadece 4 yaş büyük) kan değerlerinin nasıl düzeltilmesi gerektiği çerçevesinde istişarelerle geçti. Muhterem kocamın da durumu iyi değil, ve bu bir sır değil, acil kilo vermesi gerektiğini t-shirtlerini geren göbeğinden anlayabiliyorsunuz. Beni asıl korkutan aynı yaştaki arkadaşlarımın da kolestrol, karaciğer yağlanması, şeker gibi sınır üstü değerlerinden bahsetmeleri oldu. Bir de muhterem demez mi, “çok kilolu olmayabilirsin ama aynı şekilde besleniyoruz, bir de alkole düşkünsün, senin kan değerlerin de kötü çıkabilir!” Bana bir titreme geldi ki, sorma. Pazartesi sabahı kan vermek üzere doktora gidiyorum, hem de kendi isteğimle… 

Düzenli kan tahlili düşüncesine sıcak bakmaya başlamışsam… biliyorsunuz, cümleyi tamamlamayayım.

Bazen de senelik kontrolleri üç seneye çıkarınca (doktordan kaçtığımı söylemiştim) ve artık yaş kemale erince, boynunu büküp doktora gitmen gerekiyor. Özellikle de jinekoloğa. Genelde şikayet etmem, ama bu defa elimde uzun bir liste vardı. Gece terleyerek uyandığımdan, içkiyi daha zor tolere ettiğimden, regl öncesi dönemin uzadığından ve korkunç geçtiğinden, acilen menopoza girip tüm bu tantanadan kurtulmak, özgürlüğümü ilan etmek istediğime kadar tüm şikayetlerimi sakince dinledi. 

Bana hormon testi yaptıracağından, sağlam bir ilaç tedavisine sokacağından emindim. Cerrahi bir müdahale beklemiyordum tabii ki ama beni sıkıntılarımdan kurtaracak her türlü çözüme de açık olduğumu hissediyordum.

Doktor, derin bir nefes aldı, menopoz filan yok dedi, bir kağıda, ne zaman progesteron hormonunun fazla salgılandığını, tüm bu şikayetlerin şimdilik bu hormon dengesizliğinden kaynaklanabileceğini grafiklerle anlattı. Sonra ekledi “bir şeyin yok” ve sihirli cümleyi söyledi: “sadece yaşlanıyorsun”. 

“Daha iyi hissetmek için, sağlıklı yaşlanmak için, yapman gereken tek şey, bedenine iyi bakmak. İyi yemek, spor yapmak, iyi uyumak, ve stresle başa çıkmak.”

Doktorunuzdan “yaşlanıyorsun” teşhisini de aldıysanız, eh artık kabullenmenin vakti gelmiştir diyebilir miyiz?

19 Temmuz 2025 Cumartesi

İki roman ve ergenlik üzerine

 Kitap okuma alışkanlığı edinmemi, leş gibi sıkıldığım ergenlik yıllarımın yazlarına borçluyuz.

Elime ne geçerse okudum. Yazık ki ailemin tavandan zemine kitap raflarıyla dolu bir kütüphanesi yoktu. Dolayısıyla elime geçenler, babamın 1960’lardan kalma Tübitak Bilim ve Teknik dergileri ve annemin beyaz dizileri ile sınırlıydı. 

“Geniş omuzları ve uzun boyuyla odayı dolduran” yanık tenli, güçlü, zengin erkek ile sahnenin en ateşli yerinde “erkeğin güçlü parmaklarıyla mengene gibi sıktığı kolu”nu hışımla çeken “narin, güzel, tecrübesiz” kadın… 

Hepsinde aynıdır. Biliyorum çünkü bizim evdeki bütün seriyi o bıkkın yazlarda bitirdim. Utanmıyorum derken şimdi utanmıyorum. Geçmişimle yüzleşebilecek olgunluğa eriştim çok şükür. Yoksa o yaz tabii ki ulu orta okumadım beyaz dizileri. 

Odayı dolduran adamların güçlü kollarının sardığı narin kadınlara ait erotik hikayeleri okuduktan sonra bir metre altmış beş santim boyunda kocalarıyla yatağa giren kadınların psikolojisini hiç anlayamadım. 

Belki de o yüzden aşk romanları yazarı olmakla mühendislik arasında fazla tereddüt etmeden fen lisesine gittim. Aşktan anlamıyordum, bilim ve teknolojiye, en azından 1960’ların teknolojisine - dergiler sağ olsun - hakimdim. 

Sonraları, okuma zevkim bir ergene yakışan şekilde evrildi. Ablam klasiklerine, Aziz Nesin’lerine ve Agatha Christie’lerine çökmeme izin vermeseydi, ne olurdum hiç bilmiyorum. İyi okur olma tohumlarını ablam ekti, yıllar içinde yollarımın kesiştiği kitap kurtları ise, yeni yazarlar edinmemi, okuduklarımın çeşitliliğini sağladı.

Tavsiyelerin kıymetini, ancak evinde tavandan zemini kitaplık rafları olmayan okurlar bilir. Nitekim benim de tavsiyelerine kulak verdiğim, alışveriş sepetimi siparişe dönüştürmeden evvel, son bir tur “ne okumuşlar” diye bakıp “ne tavsiye etse okurum” dediğim iyi okur bildiklerim var. 

Şahsımın da başkaları için böyle bir kategoride olduğunu bir instagram DM’sinden öğrendim, hattın öbür ucundan “okuduklarınızı nerede paylaşıyorsunuz, ben sizin tavsiyelerinizi hep keyifle okudum” diye bir mesaj alınca fark ettim ki, ne vakittir okuduklarımı paylaşmıyorum. 

(devamı tavsiyedir, ilgilenmeyenler yazıyı terk edebilir 😀 )

Türkiye’de yaşarken gündemden kaçma planlarımın en başarılısı her zaman kitaplar oldu. Kitap kurdu olmamı berbat ülke gündemine borçluyuz. 

Bu yaz öyle bir gündemin içine düştük ki, daha memleket hava sahasına girmeden ablamların evine teslim edilen kitap siparişime dua ettim. Kitap kulesine yan gözle bakan muhterem kocamı da “ben bunları burada bitiriveririm sen merak etme” diyerek teskin ettim. O anda Belçika’ya dönüş bavullarına gizlice koyacağım yeni kitap siparişinden haberi yoktu. 

Veronica Raimo’dan “Yalan Dolan”a başladım. 

Son zamanlarda bu kadar keyifle okuduğum başka bir roman oldu mu, hatırlamıyorum. Kahkaha attığım bile oldu, hem de en hüzünlendirecek kısımlarında.

İnsan kendisiyle dalga geçebildiği sürece başına gelen her türlü dertten kurtulabilir kanımca. 

Hayatta kalma dersi 101: Kendinle dalga geçmeyi öğren.

Vero büyüme sancıları içinde, kontrol manyağı kaygı bozukluğu sınırında bir anne ve her dehşet verici hadiseye yorumu “paradoksun doruklarındayız” olan bir baba, ailenin gözbebeği dahi bir ağabey üçgeninde kıvranıyor. Bize de su gibi akıp giden romanın sayfaları arasında yüzümüzden gülümseme eksilmeden kaybolmak düşüyor.

İyi ki bu kitapla yollarımız kesişmiş. Kadın yazarları yayınlayan Medusa Yayınlarıyla tanıştığım kitap oldu.

Bu kitaptan hemen önce bitirdiğim “Yetişkinlerin Yalan Hayatı” da usta yalancı süper zeki bir ergeni merkeze alıyordu. “Ne yazsa okurum” kategorisindeki yazar listemin ilk sıralarında yer alan Elena Ferrante yazmış, okumayacak mıyız? 

İki kitabın bir ortak noktası İtalyan kadın yazarlar ise, bir diğeri de usta yalancı süper zeki ergenleri merkeze almasıydı. 

Ergenlikte hayatta kalma dersi 102: Yalanlarla günü kurtar.

Bu iki kadın yazmasaydı, ergenlikte hayatta kalmanın kitabını ben yazabilirdim; ergenliğin zor günlerini katlanılabilir kılan tek şey bazen iyi tasarlanmış yalanlar oluyor. Yani en azından benim için öyleydi. Kendi hayatımı korumanın başka yolu yoktu ya da söylediğim yalanlar bana ne kadar zeki olduğumu kanıtlıyordu, bilmiyorum. Fark etmez de, zaten. Günü kurtarıyor muydum? Evet! 

“Yetişkinlerin Yalan Hayatı” mizah unsurunu “Yalan Dolan” kadar kullanmamış olduğundan, daha katmanlı bir roman izlenimi veriyor. Bir ergenlik mağduru kız çocuğunun varoluş sınavı, çürümüş aile kavramı şoku ve bir bileklik etrafında kurgulanan romanı okurken sık sık kendi ergenliğime döndüm. Büyümek ne kadar zor ve ne kadar kendine has bir şey. Herkes on sekizine gelince büyümüş olmuyor bazılarımız otuza kadar bazılarımız on ikisinde… Kimimiz hep çocuk kalıyor. 

11 Temmuz 2025 Cuma

Gurbetçinin tatilinden kesitler

 Akşam içtiğim iki duble rakıyı tolere etmeye çalışıyorum, koca bir termos su ve sabah altı yirmi serinliği yardımcı oluyor. 

Kumru sesleri, çocukluğumun saf uydurmalarını anımsatıyor, serçeleri kumruların yavrusu sandığım yaşlar kırk yıl öncesi gibi değil. 

Temmuzlarım, Arca’nın antrenmanlarının Ağustosta başlaması sebebiyle mecburi tatil, halbuki ben Çeşme’nin de Gümüldür’ün de eylülünü severim. Temmuza alışmaya niyetim yok, birkaç seneye kalmaz eylül tatillerine dönerim. Yıllar geçiyor, çocuklar büyüyor.

Tatil dediğin yazlıkçılık bizde. Az önce tel kapıyı açarken bir sivrisineği istemeden eve sokmuş oldum. Hangimizi şişleyecek bakalım. 

Dün sabah pazardan aldığımız domatesler, tepsi içinde hala mutfak tezgahında, mis gibi kokuyor. Fotoğraflarını çekmekten kendimi alamıyorum. İki tezgahtan tek tek seçildi, iki çeşit, biri pembe domates biri Ovacık daha ucuz olanı, yemeklik. Bir kısmı çoktan şakşuka sosuna ve zeytinyağlı taze fasulyeye girdi bile. 

Birazdan Şüko uyanır, terasları yıkar hatta sokağı süpürür. Komşuları da içtimaya dikiyormuş, bahçelerini temiz ve düzenli tutmaları için sık sık uyarıyormuş, ben demiyorum, geçen gün falıma bakan arkadaşı söyledi. Bir siteye bir emekli albay bir de Şüko gibi emekli öğretmen lazım. Halk TV hep açık, arka fonda Özgür Özel’in sesi bir ara süreç meselesine geçiyor haberler, patlıcan biber kızartırken duyuyorum. Şüko yetmişlerin devrimci ruhunu sosyal medyaya taşıyor. “Hadi” diyeni olsa, yarın meydanlara çıkmaya hazır. Sık sık “öldürecekler adamı” diye dertlendiği Murat Çalık için gözü kulağı televizyonda.

Halk TV yazlık teraslarının baş köşesini tutmuş, Saraçhane mitinginin görüntüleri, begonvillerin arasından seçiliyor. Aşağı sitede otuz iki senelik arkadaşım oturuyor, yıllık iznini benim gelişime denk getirdi, benim için kıymeti büyük. Daraldım mı, beş dakika yürüyorum, Zeyneplerdeyim. Kahve bahane…

Yıllar var ki tövbeliyim, Alaçatı’ya yaz akşamı gitmem. Bir salı akşamı hem de bu pahalılıkta ve tenhalıkta Alaçatı ne kadar kalabalık olabilir ki dedik, gittik. 

İnce topuklularla o kaldırım taşlarında nasıl yürüyebildiğini anlayamadığım, düğüne gider gibi giyinmiş kadınlar, her köşe başında bir selfie aynası ve fotoğraf çekenler, bir rakı bir kavun peynire binlerce lira sayılan göt göte sokak arası mekanlar, Cahide’nin sanatçı panoları, Serdar Ortaç hala sahneye çıkıyor, ben şok, Demet Akalın’ın yirmi sene önceki fotoğrafını kullanmışlar, yersen… 

Haftaya Zeynep işe dönecek, ben de annemlerin yazlığına geçeceğim. Daha memlekete ayak basmadan ablamın eve postalanan ve şimdi iki arada bir derede okumaya çalıştığım kitaplarımı, kuvvetle muhtemel orada bitireceğim, Gümüldür görece daha sakin bir ortam. Bahçeden biber toplar, akşamları okey oynarız, annemle sahilde yürür, babamla rakı balık yaparız. 

Sohbet konuları sıralı tam liste; emekli maaşlarının evin genel giderine yetmemesi, pazardaki zerzevatın fiyat istişaresi, memleketin satılması, “iyi ettiniz gittiniz” ile İstiklal Marşı ve kapanış. 

Böyle böyle temmuzu da kapatır, evimize döneriz hayırlısıyla… 

Bir gurbetçinin tatilinden kesitler okudunuz, esen kalın.

Not: bu yazı Substack hesabımdan yazıldı, buraya kopyalanmasının sebebi, blogumu okuyan ama diğer mecraya alışamayan arkadaşların ricası ;) 

Substack’ten takip etmek için bir tık